Calouste Sarkis Gülbenkian 1869 doğumlu, İstanbullu bir Ermeni'ydi. Ömrünün son yıllarını Portekiz'de yaşadı ve 1955 yılında öldükten sonra kurulan Gülbenkian Vakfı ve müzesiyle anılır oldu. Gülbenkian'ın şansı 1. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla açıldı yakın tarih bakımından önemli bir isim oldu. Osmanlı'nın son döneminde, Kerkük petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette %5 hissesi olmasından dolayı, o genellikle ‘Mister %5’ olarak anılırdı. Savaş sonrasında bu yüzden müthiş bir servete ulaştı. Bu yazının konusu ise ne Sykes-Picot anlaşması, ne Abdülhamit’le olan dostluğu, ne de petrolün üstüne oturan zamanın ABD Başkanı Wilson... Sayfalarımıza taşıdığımız görsel ziyafetin Gülbenkian’ın servetiyle ilgisi var kuşkusuz ama parayı nasıl kazandığıyla değil, daha çok nasıl harcadığıyla ilgili.
Gülbenkian ismi bugün Portekiz’de Lizbon’un en değerli güzel sanatlar koleksiyonunun sergilendiği müze ve aynı vakfın enstitüsü olarak yaşıyor. Yemyeşil bir bahçe içindeki modern yapının koridorları sayısız salona açılıyor ve gerek Osmanlı, gerekse 20. yüzyıl sanatının nadide örnekleri bu müzede sergileniyor. Hemen hemen tümü de Gülbenkian’ın yaşamı boyunca satın aldığı nadide parçalar. Bunlar arasında öyle bir koleksiyon var ki, pek sanat müzelerinde görülür cinsten değil. İşte konumuz ünlü mücevher tasarımcısı René Lalique’e böyle bağlanıyor. Hikaye Fransa’da, 19. yüzyılın sonlarında başlıyor.
René Lalique, döneminin en usta takı tasarımcısıydı. 1895 – 1937 yılları arasında açtığı sergilerinin hemen hepsine katılan, önce müşterisi giderek de yakın dostu olan Gülbenkian tarafından da bulunmaz bir sanatçı olarak nitelendiriliyordu. Bugün özel tasarlanmış bir salonda eserlerinin sergileniyor olması da Gülbenkian’ın vasiyetinden ileri geliyor. Bu yağlı müşteri, yıllar içinde Lalique’in tam 169 parça yapıtını satın aldı. İçlerinde fildişi, altın, gümüş, cam ve değerli taşlar barındıran, farklı malzemeleri beklenmedik bir biçimde biraraya getirerek tasarlanmış bu mücevherat artık sadece Gülbenkian’ın servetinin değil, Lalique’in dehasının göstergesi olarak da izleniyor. Müzelerin genellikle takı koleksiyonlarına yönelmiyor olması, Lalique gibi yaratıcıların eserlerinin de birarada görülememesini doğuruyor. Oysa onun yapıtları da birer heykel, birer tablo, birer enstalasyon kadar sanatsallık içeriyor. Üstelik, döneminin çok önünde giden yenilikçi bir tasarım anlayışına da sahipler.
Fransız ve Belçika ‘Art Nouveau'sundan İngiliz modernizmine giden yolu bir çok sanat yapıtında izlemek mümkünken, bu kez aynı seyahate mücevherlerle çıkmak herkese ilginç geliyor. Sanattaki tüm yıkıcı ve yeniden kurgulacıyı akımların çıktığı bir dönemde yaşamış olan bir tasarımcı olarak, takılarla estetik tarihi dersi verebiliyor.
Avrupa’da 1879 – 1907 arası, klasik dönemin çöküşü olarak anılır. Yeni biçimler, motifler ve farklı ilham kaynaklarının devreye girmesiyle oluşan yeni ilkeler, manifestolu sanat dönemini doğurmuştu. ‘Art Nouveau’ da klasik dönemden modernizme geçiş arasında kendine keskin çizgi çekecek bir alan buldu. Sergilenen parçaların büyük kısmı işte bu dönemin tanığı ve türünün en iyi örnekleri olarak nitelendiriliyor.
Gülbenkian’ın ekono-politik kimliği nedeniyle, sanata duyarlılığı üzerine yazılı belgeye rastlamak zor. Fakat Eden adasını yeniden yaratmaya kalkışacak kadar büyük bir doğa aşığı olduğu biliniyor. Koleksiyonunun diğer bölümlerinde olduğu gibi Lalique'in de ilhamını doğadan alan parçaları toplanmış. Bilezikler, kolyeler, küpeler... Maddi dünyanın simgeleri olarak bilinen bu küçük eşyalar sanki birer tropik meyve gibi durduklarından maddiyat arka planda kalıyor, doğallık öne çıkıyor.
René Lalique, 1860’da Marne’da doğdu, Ecole des Arts Decoratives’de Louis Aucoq’un öğrencisi oldu. Ardından London School of Arts’ı bitirdi ve Paris’e döner dönmez başka sanat dallarına değil, takı tasarımına girişti. Cartier ve Boucheron gibi önde gelen markalara tasarım yaptıktan sonra, 1894’de Salon de Paris’de ilk büyük sergisini gerçekleştirdi. 1897’de Fransa’nın gözbebeği sanatçılardan biri olarak Légion d’Honneur sahibi oldu. Yüzyılın ilk yıllarında ardı ardına sergilere katıldı ve 1902’de Cours-la-Reine’deki evinde kendi galerisini açtı. Gerek galerisini gerekse Place Vendôme’daki mağazasını en saf haliyle ‘Art Nouveau’ tarzında kendi tasarladı. Sonuçta bugün ‘Art Nouveau’dan bahsettiğimiz zaman bu akımı sadece Lalique’in tasarımlarıyla açıklayamasak da, ona değinmeden yapılacak bir açılımın da eksik olacağı kuşkusuz.
Bu örnek, bir yandan da sanat eserinin biriktirilmesi ve korunmasıyla ilgili bir düşünce doğuruyor. Koleksiyonerliğin bilinçli yapıldığı durumlarda, meraklı zenginin yatırımı üzerinden belli bir süre geçtikten sonra, bir dönemin genel bir çerçevede okunabilmesi, koleksiyonların göz önünde ve geniş perspektifli olmasına bağlı. Bu açıdan bakıldığında Gülbenkian’ın hakkını teslim etmek gerek. Sadece Lalique konusunda değil, İznik çinileri, Beykoz camları ve özellikle de günümüze çok az örneği kalmış olan kulplu çini vazolar açısından Gülbenkian koleksiyonu Osmanlı sanatının geleceğe aktarımında da önemli bir rol oynuyor. Üstelik bu rol zamanla azalmıyor büyüyor.
Kapalı kapılar ardındaki özel koleksiyonlar müzeleşmiş ortamlara taşındıkça, dönemsel belirleyicileri saptamak daha kolay olacak. Sermayenin entelektüel işlevlerinden biri de bu olsa gerek.