Tasarım bazlı iki güncel tartışma konusu var. Biri, kamuoyuna açık alanlarda yaratıcılığa olanak tanınması, diğeri kentsel planlamada rekreasyon alanları. Her iki konunun da halen tartışılıyor olması bile başlı başına geri kalmışlık göstergesi. Bu kötümser bakış açısı. Diğer yandan, konunun yeni tartışılıyor olması iyimser bir bakışla, sonsuz olanak potansiyeli olarak da değerlendirilebilir. Altı yıl önceki Bienal'de Murat-Fuat Şahinler ve Ahmet Soysal'ın billboard'ları kullanarak dikkat çektiği konu, sadece yapıtlardan biri olarak kaldı. Oysa orada sivil toplum, sahibi olduğu topraklardaki kullanım hakkını talep etmeye çağrılıyordu. Bu talep o kadar haklıydı ki, yerel yönetimlerin gündemine girdi. Ama ciddi, hatta o kadar hayati bir eksikle girdi ki, uygulama ters tepti.
Eksik tek kelimeyle adlandırılamayacak kadar büyük bir kavram olduğundan, biz ona 'strateji' diyelim. Bugün her ilçe belediyesinin programında yeşil alanları artırma başlığı var. Ama ezelden beri olduğu şekliyle, beraberinde "Çimenlere Basmak Yasaktır" ibaresiyle birlikte uygulamaya giriyor. Daha 'liberal' sayılabilecek alanlarda ise "Mangal Yapmak Yasaktır" uyarısı yer almıyor. Böylece kentlinin doğayla imtihanı devreye giriyor. Bir yandan heykellerin arasında çekim yapmak yasak oluverirken, diğer yandan kaldırımda piknik yapmak serbest olabiliyor. Bir yandan sahil şeridinin kamu gücüyle halkın elinden alınmasına rastlıyoruz, diğer yandan orada yapılan yasadışı uygulama Ağa Han mimari ödülü alabiliyor. Bu arada o prestijli ödülü kazanan yasa dışı uygulamanın 100 metre ilerisindeki vakıf arazisi içinde ise gecekondu varlığını sürdürebiliyor. Bu çelişki ve çatışmalar başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin bize özgü modernleşme sürecinin bir çıktısı. Yönetilmeye muhtaç bir çıktı olduğu kesin. Ama 'kenti güzelleştirme' amaçlı uygulamalar öyle haller alabiliyor ki, arkasında bir strateji olmadığını kestirmek de hiç zor değil.
Bir örnek: Son bir yıl içinde ilçe belediyeleri kent içindeki trafoları geleneksel Türk evi konsepti altında 'süsledi'. Anlaşma yapılan 'dekorlama' şirketi birer demir yığını olarak duragelen trafoları -boyayıp mı demeli, bezeyip mi demeli bilemiyorum- farklı bir görselliğe taşıdı. Farklı görüşler olabilir ama bana Şehir Tiyatroları'nda sahneye konan bir Musahipzade Celal komedisinin dekorunu hatırlatan bu uygulama tek kelimeyle komik geliyor. 'Kentin sakinlerine yaptığı bir şaka' olarak stratejilendirilmiş olsa ne âlâ... Konu ciddi. Korkarım strateji şöyle kurulmuş: "Modern yapıların gelenekselliği ezici gücüne karşı geçmişte kalan değerlerimizi hatırlatan nostaljik simgeler yaratmak."
Bunu bir şaka olarak algılamış olacaklar ki, iki kişi bizim semtteki trafo-evin pencerelerinden birine sanki ev gerçekmiş de camından birileri dışarı bakıyormuş gibi bir resim yapıştırdı. Trafo-evin gerçek bir şakaya dönüştüğünü gören zabıta da hemen bunu kaldırdı. Olayın şakaya gelir yanı yokmuş demek. O ev ciddi! Aynı, basmanın yasak olduğu çimenler, üzerine çıkmanın yasak olduğu heykeller gibi. Peki o zaman bütün bunlar neden varlar?
Bu yazının resimleri dünyanın farklı kentlerinde çekildi. Brüksel'de çocuklar Andersen'i heykelinin dizlerine oturup tanırken, Moskova'da gençler uzay araştırmalarında ölen kozmonotları onların adına dikilen anıtı kaydırak olarak kullanarak anarken, Pretoria'da sevgililer boş bank varken çimlere uzanmayı tercih ederken, bizde kamuya açık alanlar neden kamu tarafından dokunulamaz, kullanılamaz ve eklemlenemez oluyor?
Eskiden evlerde misafir odası vardı. Oradaki mobilyalar ve biblolar ev halkından sakınılır, konuklar geldiğinde kullanılırdı. Şimdi de kentin nadir mobilya ve bibloları öyle. Oysa Savannah'daki bir parkta koşanlar eğer çimlere uzanmak istemiyorlarsa kullansınlar diye tasarlanmış platformlar var. Barselona'da şehrin göbeğindeki Catalunya meydanı gerçek sahipleri tarafından istenildiği gibi kullanılıyor. Berlin'deki sayısız 'ünlü' imzaya sahip yerleştirme, sanat eseri olmasının yanında da möble işlevine sahip. Kimi zaman bir salıncak, kimi zaman bir satranç sahası, kimi zaman bir süs havuzu insanların eli ya da poposunun değmesiyle kent mobilyası olma işlevi kazanırken, biz neden şakayla-gerçek arasında kararsız kalıyoruz?
Bir Hamburglu canı çekince oturup kuğuları seyretme özgürlügüne sahipken, bir İstanbullu neden Bebek koyunda çekilen teller yüzünden kalkan banklardan dolayı karabatakları seyredemiyor? Kentin en basit, en ilkel, en eski, en temel kent mobilyası olan banktan bile giderek daha çok yoksun kalması hangi sosyal stratejinin eseri olabilir? Viyana'daki taksi duraklarındaki bankların üzerinde şöyle bir yazı var: "Bu banklar ölümsüz bir dostluğun başlama yeri olabilir." Yine Barselona'daki bir tasarımda da bankların sırtında minimalizmin tanımı yazıyordu örneğin.
Sokaktaki insanın kentinden beklediği dört temel gereksinim var: Oturmak için bir bank. Bir çöp tenekesi. Su içeceği bir çeşme. Bir de tuvalet. Bunları halkına sağlama niyetindeki otoritenin de pek farkında olmadığı bazı gereksinimleri olsa gerek: Yaratıcı fikir, gelişmiş tasarım dili, ihtiyaç karşılamakla yetinmeyip farklı işlevler üstlenebilecek ürünleri taşıyabilecek bir strateji. Kent döşemek, taksitle mobilya alıp ev döşemeye benzemiyor.