Bu günlerde İstanbul Sakıp Sabancı Müzesi, 20 Eylül de açılışı yapılmış olan olağanüstü bir kolleksiyonla Dünyanın en önemli Sürrealist ressam ve özgün baskı sanatçılarından DALİ’yi ağırlıyor. Sürrealizm dönemi ve Dali’nin sanat yaşamı nasıldı biraz göz atalım..
1910’ların ortalarına doğru Sigmund Freud’un Psikanaliz Teorisi ve kuramları insan zihninin bilinçaltına önem kazandırmıştı. Ayrıca, bu dönemde sanatta rasyonalizme karşı çalışan ‘dadacılarin’ yapıtları sürrealizmin temelini oluşturuyordu. Sürrealist Manifesto’yu ilk olarak sürrealizmin öncülerinden olan bir edebiyatçı, şair ve eleştirmen Andre Breton hazırlamıştı. Bildiride bilinç ile bilinçdışının bir bütün olduğu düşsel dünyayla gerçek yaşamın ’’mutlak gerçek’’ ya da ‘‘gerçeküstü’’ nün iç içe olduğu vurgulanıyordu. Breton için bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, “deha” ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneğiydi.
Sürrealizm, insanın kendi bilincini çözümlemesinin sanatsal yaratıcılığa yol gösteren bir araç olduğunu savunuyor, deney ve araştırmaya önem veriyordu. Resim alanındaki sürrealistler Jean Arp, Max Ernst, André Masson, René Magritte, Yves Tanguy, Salvador Dali, Pierre Roy, Paul Delvaux ve Joan Miro’ydu.Otomatizm kavramını ön plana çıkararak kurulan birliğin içinde hepsinin yapıtları birbirinden oldukça farklı bir kişisel çözümleme sergiliyordu. Ortak bir sürrealist üslup gözlemlemek oldukça zordu. Kimisi bilinçdışını usun denetiminden arındırarak açığa çıkarmaya çalışırken; kimisi de (özellikle Miro) sürrealizmi kişisel fantezileri araştırmada bir boşalma noktası olarak kullanıyordu.
DALİ ise, us ve mantıkdışı zihinsel imgeleriyle veristik* sürrealizme yakalaşsa da karmaşık, garip, itici, şoklayıcı ve sınır tanımayan bir tavırla ilerliyordu. Öyleki, bu tutumu ilerde onun gerçeküstücü topluluktan atılmasına sebep olacaktı. Çünkü, (Gilles Neret’in söylediği gibi) onun ‘reçetesi’ farklıydı. Ancak’’Dahi gibi davranarak dahi olunur!’’ diyordu.
Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí y Domènech, kısaca Salvador Dalí 11 Mayıs 1904’de İspanya’nın Gerona Şehrinin Figueras kasabasında, Katalan bölgesinde dünyaya gelmişti. Katalan’ın Ampurdan Ovası özellikle ilk yapıtlarında etkisini gösterecekti çünkü, Dali’ye göre burası Dünya’nın en güzel yeriydi.
1921’de Madrid Güzel Sanatlar Fakültesine girebilmek için kasaba noteri olan babasını yakın dostları ve öğretmeni Nurez’in destekleriyle ikna etti. O sıralarda annesinin yeni vefat etmiş olması da babasının bu kararını etkilemişti. Bu duruma tepki olarak ‘‘Sevgili annemin ölümünü bana karşı büyük bir aşağılanma saydım. Bunun üstesinden gelebilmem için büyük bir ün kazanmam gerekiyordu.’’ demişti.
Dali, Akademi hocalarının empresyonizm, exspressyonizm, fovizm ve benzeri çağdaş akımlara duydukları ilgiyi benimseyemiyor, öncelikle klasizmi öğrenmek istiyordu. Rafael’in ayrıntılı gerçekçiliğine ve Ernest Meissonier gibi 19. yüzyıl ressamlarının yapıtlarına da derin bir ilgi duyuyordu.Buna rağmen Madridli ‘avant- garde’ sanatçılara katıldı. Bu dönemde sıradan bir ressamın profesörlüğe atandığı doğrultusunda öğrencileri kışkırttığı için akademiden atıldı. Bu durum babasını için yıkıcı olmuştu. Çünkü artık okul onun için bir şey ifade etmiyordu. Çağdaş akımların tümü ona çocuk oyuncağı gibi geliyordu. İzlenimcilik, noktacılık, kübizm, fovizm (çiğrenkçilik)akımlarını inceleyerek Picasso, Matisse gibi sanatçılara saygı gösteriyor fakat, hiçbirini taklit etmiyordu.
1927’de iki kez Paris’e gitti. Versalles ve Grevin Müzesini gezdi. Picasso ve Míro ile tanıştı. Picasso’ya ’’ Louvre’u görmeden sizi görmeye geldim.’’ Dedi. O da ‘‘Doğru yapmışsın’’dedi. O sıralarda arkadaşı Bunuel ile ‘‘ Bir Edülüs Köpeği’’ni çekmeye karar verdiler. Burada koyacakları yalın kural Dali için tüm eserlerinde ömür boyu etkisini sürdürdü.’’Akılcı, psikolojik ve kültürel açılımları olan hiçbir imge yada düşünceyi kullanmamak!’’
1929’larda Dali cinsel simgelerle dolu yapıtları ve sıra dışı kişiliğiyle gerçeküstücü sanatçıların tepkisini, sanat çevrelerinin ilgisini fazlasıyla çekmeye başlamıştı. Artık hayatı hızla değişiyordu. İş adamı Camille Geomans 3000 Frank karşılığında sanatçının kendi seçimiyle göndereceği üç resim karşılığında Paris’teki Galerisinde resimlerini sergileyebileceğini bildirdi. Sergiye Rene Magritte, Luis Brunel, ve Paul Eluard ile eşi Gala grup halinde geldiler . Bu raslantı hayatının dönüm noktasıydı. Paul Eluard’ı önceden tanıyordu.Onun bir portresini yapmaya başladı. Portre bittiğinde ise Gala , Eluard’dan ayrılmıştı.Bir süre sonra da Dali ile bir araya geldiler. Artık Gala tüm yapıtlarında vardı ve ölüm onları ayırana kadar sürecekti. Babası ise onun dul bir kadınla yaşamasını kabul edemeyip aileden atacaktı.
Dalí’ye göre insan, klinik paranoya olayında olduğu gibi, gerçek bir düş dünyası yaratmalı, ama bunu yaparken de usun denetim altında tutulup iradenin bilinçli olarak bir süre askıya alındığını da unutmamalıydı. Bu yöntemin sanatsal yaratının yanı sıra, günlük yaşamda da benimsenmesini savunan Dalí, hem yapıtlarına hem de yaşamına bu doğrultuda yön verdi. 1936’da Londra’daki Uluslararası Gerçeküstücülük Sergisi’nin açılışına dalgıç giysileri içinde ve tasmalarındna tuttuğu iki tazıyla gelmesi bu tür davranışlarının bir örneğiydi.
Sürrealizmde düşüncenin herhangi bir mantık çizgisi izlemeden akmasını temel alan otomatizm kavramını benimsediyse de, bunu öbür sürrealistlerden daha iyimser bir bakış açısıyla işledi ve bu eğilime “eleştirel paranoya” adını verdi.
Yapıtlarında yarattığı düşsel (büyülü) gerçekçilik, betimlediği gerçekdışı düşsel mekan ve garip düşsel imgelem ile bir karşıtlık oluşturuyordu. Bu yapıtlarda düşle gerçeği ayırmak neredeyse olanaksızdı. Dalí’nin amacı günlük uğraşıları alaycı bir tavırla düşsel hale getirmekti.
Çoğu kez karanlık bir Katalan manzarası içine yerleştirilmiş, vücudundan yarı açık çekmeceler çıkan insan figürleriyle (“Yanan Zürafa”, 1936-37, Sanat Müzesi, Basel) sanki balmumundan yapılmış ve güneş ısısıyla eğrilip bükülmüş saatler (“Belleğin Israrı, 1931, Modern Sanat Müzesi, New York) en sık kullandığı temalardı. “Veristik sürrealizm” olarak da anılan bu eğilim içinde Dalí birbiriyle ilişkisiz düşsel imgeleri gerçekçi bir yaklaşımla ve otomatizm yöntemini kullanarak bir araya getirmişti. “Aydınlatılmış Hazlar” (1929, Modern Sanat Müzesi, New York), “Delfli Vermeer’in Bir Masa Olarak Kullanılabilen Hayaleti” (1934, Salvador Dalí Müzesi, Cleveland, Ohio) ve “İç Savaş Sezgisi” (1936, Sanat Müzesi, Philadelphia) onun bu doğrultudaki önemli yapıtlarıydı.
1934’de Newyork’a gittiğinde ‘‘Gerçeküstücülük artık Daliden önce, Dali’den sonra diye değerlendirilecek’’ demişti.
1936 ‘da ‘’Mae West’in dudaklarından Divan’ gibi bir çok gerçeküstü simgeden nesneler üretmeye başladı. Bu tavrıyla gerçeküstücülerin geleneksel istençdışı yazma (otomatizm) yöntemlerine ve düş anlatımlarına karşı duruyordu.
1939’da André Breton tarafından sürrealistler grubundan çıkartılan Dalí, II. Dünya Savaşı sonrasında mistik bir anlayışa yönelmekle birlikte, sürrealist öğelerden bütünüyle uzaklaşmadı. “Son Yemek” (1955, Ulusal Sanat Galerisi, Washington, D.C.), “Diriliş” (1961, Bruno Pagliali Koleksiyonu, Mexico) ve “Dalí’ye Bakan Gala” 81965, André François Petit Galerisi, Paris) geç dönem yapıtlarına örnektir.
1982’de Glanın öümünden sonra yaşamını Pubol’da Gala’ya armağan ettiği şatoda sürdürmeye başladı. 1984’de Poubol’da odasında çıkan yangında ağır yaralandı. 1989’da Torrre Galatea’da kalp yetmezliğinden öldü . Tüm mal varlığı ve yapıtlarını İspanya’ya bıraktı.
Bu değerli ve sıra dışı sanatçının yapıtlarını 20.01.2009 tarihine kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde izlemeyi unutmayalım.